Türknetonline ile Bilim
  Işıktaki Tasarım-2
 
IŞIKTAKİ TASARIM-2

Gözler ve Işık

Şimdiye kadar Güneş'ten bize gelen ışığın, elektromanyetik yelpazenin üç daracık alanını kapsayan çok özel bir ışık olduğunu gördük. Bu alanlar;

1) Görülebilir ışığın hemen altında kalan ve Dünya'yı ısıtan yakın kızılötesi ışınlar,

2) Görülebilir ışığın hemen üstünde kalan ve D vitamini sentezi için gerekli olan az miktardaki morötesi ışınlar,

3) Ve, hem görme yeteneğini, hem de bitkilerin fotosentez işlemini destekleyen "görülebilir ışık" alanlarıdır.

"Görülebilir ışık" alanlarının varlığı, fotosentez kadar görme yeteneğinin desteklenmesi açısından da son derece önemlidir. Çünkü biyolojik bir gözün, görülebilir ışığın—ve çok az oranda yakın kızılötesinin—dışında bir ışın türünü görmesi mümkün değildir.


Biyolojik görme için uygun olan yegane ışınlar, “görülebilen ışık” olarak tanımladığımız dalga boylarıdır. Güneş’in yaydığı ışığın büyük bölümü, bu dalga boyuna karşılık gelir.
Bunu açıklamak için görme işleminin nasıl gerçekleştiğini kısaca hatırlayalım. Görme, "foton" adı verilen ışık parçacıklarının göz merceğinden geçerek, gözün arka tarafında bulunan retina tabakası üzerine düşmesiyle başlar. Retina tabakasının yüzeyinde, ışığa duyarlı hücreler vardır. Bu hücrelerden her biri, kendisine isabet eden tek bir fotonu algılayabilecek yetenektedir. Fotonun enerjisi, bu hücrelerin içinde bol miktarda bulunan ve "rodopsin" adı verilen karmaşık bir molekülü harekete geçirir. Rodopsin başka molekülleri etkiler, o moleküller başka molekülleri harekete geçirir. Gözün içinde gerçekleşen bu zincirleme reaksiyon gerçekte çok daha karmaşık ve olağanüstüdür. Işık göze geldiğinde mercekten geçer ve arkadaki retina üzerinde düşer. Ancak ışık retinaya çarptığı anda "11-cis-retinal" isimli bir organik molekül tarafından emilir. Bu molekül hemen şekil değiştirir ve böylece bu moleküle bağlı olan "rodopsin" isimli protein de şekil değiştirir. Şekil değiştiren rodopsinin moleküler yapısı değişir ve transducin isimli bir başka proteinle etkileşim içine girebilecek hale gelir. Ancak rodopsinle tepkimeye girmeden önce transducin GDP isimli bir moleküle bağlıdır. Transducin, rodopsin'e bağlandığı zaman, GDP'den ayrılır ve GTP isimli bir başka moleküle bağlanır.
Artık 2 protein ve 1 kimyasal molekül birbirine bağlanmış durumdadır ve bu yapının tümüne GTP-transducinrhodopsin ismi verilir. Bu yapı tekrar hücrenin içinde bulunan phosphodiesteras isimli bir başka  proteine bağlanır. Bu birleşme gerçekleştiği zaman, phosphodiesteras proteini, cGMP isimli bir molekül bağlama yeteneği kazanır. Aslında başlangıçta hücre içinde birçok cGMP molekülü bulunmaktadır, ancak phosphodiesteras, cGMP yoğunluğunu düşürür. Bu olay, su dolu küvetin tapasını çekerek küvetteki su miktarını indirmeye benzetilebilir. cGMP'ye bağlanan bir başka protein de iyon kanalıdır. İyon kanalı, hücre içindeki sodyum iyonlarının sayısını düzenler. cGMP, iyonları hücre içine alır, ancak bir başka protein aynı zaman dengeyi koruyabilmek için iyon kanallarını dışarı atmaktadır. Bu iki proteinin çalışması sonucu hücredeki iyon oranı her zaman çok dar sınırlar çerçevesinde kontrol altında tutulabilir.
Phosphodiesteras'ın etkisi sonucu cGMP miktarının normalin altına düşmesiyle beraber, bu kanallar kapanmaya başlar. Böylece artı yüklü sodyum iyonlarının yoğunluğunda bir düşüş olur. Bu düşüş, hücre zarı boyunca orantısızlıklara sebep olur ve bu orantısızlıklar, optik sinirden beyne kadar uzanan bir akımın oluşmasını sağlarlar. Sinyal beyne ulaştığı zaman ise görme olayı gerçekleşmiş olur.
Kısaca anlattığımız bu tablo eksiktir, bir basitleştirmedir. Olaylar böyle gelişiyor olsaydı asla görme olayı gerçekleşmeyecekti. Zira eğer tepkilemeler bu kadarla sınırlı olsaydı, hücreler çok çabuk  aşırı miktarlardaki 11-cis-retinal, cGMP, sodyum iyonlarının değişimiyle karşılaşacaklardı. Bu sebeple hücreleri eski hallerine getirecek daha birçok mekanizma kurulmuştur. Yukarıda saydığımız olaylar, görme olayının tam bir biyokimyasal açıklaması değildir ve görme olayını sadece özet bir biçimde anlatmaktadır. Ancak buradan bile anlaşıldığı gibi, görme sistemi kendi içinde çok karmaşık ve asla evrimle ortaya çıkamayak mükemmel bir mekanizmadır. En sonunda hücrenin içinde bir elektrik akımı oluşur ve bu akım da sinirler aracılığıyla beyne yollanır.Dikkat edilirse, burada sistemin en temel şartı, retinadaki hücrenin fotonu algılayabilmesidir. İşte bunun gerçekleşebilmesi için, bu fotonun görülür ışık sınırları içinde kalması şarttır. Çünkü daha farklı bir dalga boyundaki fotonlar, hücreler için ya çok zayıf ya da çok güçlü kalacaklar ve gereken reaksiyonu başlatamayacaklardır. Gözün boyutlarının küçültülmesi ya da büyütülmesi bir şey değiştirmez. Önemli olan, hücrenin boyu ile, fotonun dalga boyu arasındaki uyumdur.

Diğer ışınları algılayacak bir göz tasarlamak ise, karbon-temelli hayatın hüküm sürdüğü dünyada imkansızdır. Michael Denton, Nature's Destiny (Doğanın Kaderi) adlı kitabında bu konuyu detaylı olarak inceler ve organik bir gözün ancak "görülebilir ışık" sınırları içinde görebileceğini açıklar. Teorik olarak tasarlanabilecek başka hiçbir göz modelinin, farklı dalga boylarını görebilmesi mümkün değildir. Denton, şöyle yazmaktadır:

Ultraviyole, X ve gama ışınları çok fazla enerji taşırlar ve yüksek derecede tahrip edicidirler. Uzak kızılötesi ve mikrodalga ışınları da yaşam için zararlıdırlar. Yakın kızılötesi ve radyo dalgaları ise çok zayıf enerjiye sahip oldukları için tespit edilemezler... Sonuçta şu ortaya çıkmaktadır ki, pek çok nedenden dolayı, elektromanyetik yelpazenin görülebilir bölgesi, biyolojik görme yeteneği için uygun olan yegane bölgedir. Özellikle de insan gözüne benzer yüksek-çözünürlü kamera tipi omurgalı gözleri için, bu ışık aralığından başka uygun bir dalga boyu yoktur.(1)

Tüm bunları birarada düşündüğümüzde ise, şu sonuca varırız: Güneş öyle ince tasarlanmış bir aralıkta ışık yaymaktadır ki, muhtemel ışık türlerinin sadece 1025'te 1'ini oluşturan bu aralık, hem Dünya'nın ısınması, hem kompleks canlıların biyolojik işlevlerinin desteklenmesi, hem bitkilerin fotosentez yapması, hem de Dünya üzerindeki canlıların görme yeteneğine sahip olması için en ideal aralıktır.
 

Doğru Yıldız, Doğru Gezegen, Doğru Mesafe
Yaşam için gerekli olan ısı aralığı sadece Dünya'da bulunur. Bunun en büyük nedeni, Dünya'nın Güneş'e ideal uzaklıkta olmasıdır. Jüpiter, Satürn ya da Pluton gibi uzak gezegenler aşırı derecede soğuk, Merkür, Venüs gibi yakın gezegenler aşırı derecede sıcak bir yüzeye sahiptiler.
Bu durumda, Dünya ile Güneş arasındaki uzaklığın özel bir tasarım olduğu gerçeğini kabul etmek istemeyenler şöyle bir mantık kurarlar: "Evrende Güneş'ten çok daha büyük ya da daha küçük yıldızlar vardır. Bunların da pekala kendi gezegen sistemleri olabilir. Bu yıldızlar eğer Güneş'ten daha büyükse, o zaman yaşam için ideal gezegen, Dünya ile Güneş arasındaki mesafeden çok daha uzakta olacaktır. Örneğin bir kırmızı devin etrafında Pluton'un mesafesinde dönen bir gezegen, bizim Dünyamız gibi ılık bir atmosfere sahip olabilir. Böyle bir gezegen, hayat için Dünya kadar uygun olacaktır."

Bu iddia çok önemli bir yönden geçersizdir: Farklı kütlelerdeki yıldızların farklı ışınlar yayacağını hesaba katmamaktadır.

Yıldızların yaydıkları ışınların hangi dalga boylarında olacağını belirleyen etken, bu yıldızların kütleleri ve kütleleri ile doğru orantılı olan yüzey sıcaklıklarıdır. Örneğin Güneş'in yakın mor ötesi, görülebilir ışık ve yakın kızılötesi ışınlar yaymasının nedeni, 6000°C civarında olan yüzey ısısıdır. Eğer Güneş'in kütlesi biraz daha büyük olsaydı, yüzey ısısı daha yüksek olurdu. Bu durumda da Güneş'in yaydığı ışınların enerji seviyeleri artar ve Güneş öldürücü etkiye sahip morötesi ışınları çok daha fazla yaymaya başlardı.

Bu durum bizlere, hayatı destekleyecek ışınları yayabilecek olan yıldızların, mutlaka bizim Güneş'imize çok yakın bir kütleye sahip olması gerektiğini göstermektedir. Bu yıldızların bir gezegende hayatı destekleyebilmeleri için de, bu gezegenin tam şu anda Güneş ile Dünya arasındaki mesafe kadar uzakta olması şarttır.

Bir başka deyişle, bir kırmızı devin, mavi devin, ya da kütlesi Güneş'ten belirgin olarak farklı başka herhangi bir yıldızın etrafından dönen herhangi bir gezegen, hayat için bir barınak oluşturamaz. Hayatı destekleyecek tek enerji kaynağı Güneş gibi bir yıldızdır. Hayat için uygun tek gezegen mesafesi ise Dünya-Güneş mesafesidir.

Aynı gerçek şöyle de ifade edilebilir: Güneş tam olması gerektiği gibi, Dünya da tam olması gerektiği gibi yaratılmıştır. Nitekim Allah'ın her şeyi bir hesap ile yaratışı Kuran'da şöyle haber verilmiştir:

O sabahı yarıp çıkarandır. Geceyi bir sükun (dinlenme), güneş ve ay'ı bir hesap (ile) kıldı. Bu, üstün ve güçlü olan, bilen Allah'ın takdiridir. (Enam Suresi, 96)

Işık-Atmosfer Uyumu

Sitenin bu bölümünün başından bu yana, Güneş'ten yayılan ışınlar üzerinde durduk ve bunların yaşamı desteklemek için özel olarak tasarlandıklarını inceledik. Ama bu konunun içinde şimdiye kadar değinmediğimiz çok önemli bir faktör daha vardır: Bu ışınlar Dünya yüzeyine ulaşabilmek için, atmosferden geçmek zorundadırlar.

Eğer atmosfer, bu ışınları geçirecek bir yapıya sahip olmasaydı, elbette bu ışınların bize hiçbir yararı olmazdı. Ama atmosferimiz, bu yararlı ışınların geçişine izin veren özel bir yapıya sahiptir.

İşin asıl ilginç olan yönü ise, atmosferin bu ışınların geçişine izin vermesi değil, sadece bu ışınların geçişine izin vermesidir. Çünkü atmosfer yaşam için gerekli olan görülebilir ve yakın kızılötesi ışınlarını geçirirken, yaşam için öldürücü olan diğer ışınların geçişini ise kesin biçimde engellemektedir. Bu ise, Güneş dışı kaynaklardan Dünya'ya ulaşan kozmik ışınlara karşı çok önemli bir "süzgeç" oluşturmaktadır. Denton bu konuyu şöyle açıklar:

Atmosfer gazları, görülebilir ışığın ve yakın kızılötesinin hemen dışında kalan tüm diğer ışınları ise çok güçlü bir biçimde yutarlar. Dikkat edilirse, atmosferin, elektromanyetik yelpazenin çok geniş alternatifleri içinde, geçişine izin verdiği yegane ışınlar görülebilir ışık ve yakın kızılötesini kapsayan daracık alandır. Neredeyse hiç gama, morötesi ve mikrodalga ışını Dünya yüzeyine ulaşmaz.(2)
Buradaki tasarımın inceliğini görmemek mümkün değildir. Güneş 1025'te 1 ihtimalin arasından sadece bize yararlı olan ışınları yollamakta, atmosfer de zaten sadece bu ışınları geçirmektedir. (Güneş'in yolladığı çok az orandaki yakın morötesi ışınların büyük bölümü de, ozon tabakasına takılmaktadır.)

Konuyu daha da ilginç hale getiren bir başka nokta ise, suyun da aynı atmosfer gibi son derece seçici bir geçirgenlik özelliğine sahip olmasıdır. Su içinde yayılabilen ışınlar, sadece görülebilir ışıktır. Atmosferden geçebilen (ve ısı sağlayan) yakın kızılötesi ışınlar bile, suyun içinde sadece birkaç milimetre ilerleyebilirler. Dolayısıyla Dünya üzerindeki denizlerde, sadece yüzeydeki birkaç milimetrelik tabaka Güneş'ten gelen ışınlarla ısınır. Bu ısı daha aşağı doğru kademeli bir biçimde iletilir. Böylece belirli bir derinliğin altında, Dünya'daki tüm denizlerin ısısı birbirine çok yakındır. Bu ise deniz yaşamı için çok uygun bir ortam meydana getirmektedir.
 


Su, tüm diğer ışınları kesmesine rağmen, görülebilir ışığı metrelerce derinliğe kadar geçirir. Bu sayede deniz bitkileri fotosentez yapabilirler. Eğer suyun bu özelliği olmasa, Dünya'da yaşama uygun bir ekolojik denge oluşamazdı. 


Suyla ilgili daha da ilginç bir başka nokta ise, görülebilir ışığın farklı renklerinin de suyun içinde farklı mesafelere kadar gidebilmesidir. Örneğin 18 metrenin altında kırmızı ışık sona erer. Sarı ışık 100 metre kadar bir derinliğe ilerleyebilir. Yeşil ve mavi ışık ise, 240 metreye kadar iner. Bu ise son derece önemli bir tasarımdır. Çünkü fotosentez için gerekli olan ışık, öncelikle mavi ve yeşil ışıktır. Suyun bu ışık rengini diğerlerinden çok daha fazla geçirmesi sayesinde, fotosentez yapan bitkiler denizlerin 240 metre derinliklerine kadar yaşayabilir.

Tüm bunlar çok önemli gerçeklerdir. Işıkla ilgili hangi fiziksel kanunu incelesek, her şeyin tam yaşam için olması gerektiği gibi olduğu ortaya çıkmaktadır. Encyclopaedia Britannica'da yer alan bir yorum, bunun ne kadar olağanüstü bir durum olduğunu şöyle kabul etmektedir:

Dünya'daki yaşamın farklı yönleri için görülebilir ışığın ne kadar önem taşıdığını düşündüğümüzde, atmosfer ve suyun ışık geçirgenliğinin bu denli dar bir alana sıkıştırılmış olduğu gerçeği karşısında, insan kendisini şaşkınlığa düşmekten alıkoyamamaktadır. (3)

Sonuç

Materyalist felsefe ve ondan kaynak bulan Darwinizm, insan yaşamının, evren içinde tesadüfen ortaya çıkmış ve hiçbir amaca yönelik olmayan bir "rastlantı" olduğu iddiasındadır. Ancak gelişen bilimle birlikte ortaya çıkan bilgiler, gerçekte evrenin her detayında insanın yaşamını amaçlayan bir tasarım ve plan olduğunu göstermektedir. Bu öyle bir tasarımdır ki, ışık gibi belki de daha önce hiç düşünmediğimiz bir unsurda bile, insanı şaşkınlığa düşürecek kadar belirgindir.

Bu kadar büyük bir tasarımı "tesadüf"le açıklamaya kalkmak ise akıl dışıdır. Güneş'in elektromanyetik ışınımının, genel elekromanyetik yelpazenin 1025'te 1'i kadar bir alana sıkıştırılmış olması; hayat için gerekli olan ışığın da tam bu daracık alan oluşu; atmosfer gazlarının diğer tüm ışınları engellerken sadece bu ışınları geçirmeleri; ve suyun da yine diğer öldürücü ışınları engelleyip bu ışınlara izin vermesi... Bu denli olağanüstü hassas ayarlamalar, tesadüflerle değil, ancak bilinçli bir tasarımla açıklanabilir. Bu ise, tüm evrenin, ve bizi aydınlatıp ısıtan Güneş ışığı da dahil olmak üzere evrendeki tüm detayların, Allah tarafından bizler için özel olarak yaratılıp düzenlendiğini göstermektedir.

Bilimin ortaya çıkardığı bu sonuç, Kuran'da insanlara 14 asırdan beridir öğretilen bir gerçektir. Bilim, Güneş ışığının bizim için yaratıldığını, bir başka deyişle bizim "emrimize amade" kılındığını göstermektedir, Kuran'da ise "güneş ve ay bir hesap iledir" (Rahman Suresi, 5) denilmekte ve şöyle buyrulmaktadır:

Allah, gökleri ve yeri yaratan ve gökten su indirip onunla size rızık olarak türlü ürünler çıkarandır... Ve güneşi ve ayı hareketlerinde sürekli emrinize amade kılan, geceyi ve gündüzü de emrinize amade kılandır. Size her istediğiniz şeyi verdi. Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışırsanız, onu sayıp-bitirmeye güç yetiremezsiniz. Gerçek şu ki, insan pek zalimdir, pek nankördür. (İbrahim Suresi, 32-34)
Güneş insan için o denli emre amade kılınmış, insan yaşamı için o denli kusursuz bir biçimde yaratılmıştır ki, tarih içindeki bazı toplumlar, Güneş'in bu özelliklerinden etkilenmiş, ama sonra saparak ona tapınmış, Güneş'i ilah edinmiştir. Allah, Kuran'da bu konuda da insanlara şöyle seslenir:
Gece, gündüz, güneş ve ay O'nun ayetlerindendir. Siz güneşe de, aya da secde etmeyin. Allah'a secde edin, ki bunları kendisi yaratmıştır. Eğer O'na ibadet edecekseniz. (Fussilet Suresi, 37)
Moleküldeki Tasarım
=> Karbon Atomu
=> Moleküller Ve Algılama
=> Işıktaki Tasarım-2
=> Oksijendeki Tasarım
=> Mucize Molekül su-1
=> Mucize Molekül su-2
 
   
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol